Mehmed Âkif Kur'an Meâli

“Bâkī kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” diyor şâir. Yeryüzünde konuşulan bütün sözler gökkubbede kayda geçmektedir. Arz ve sema, üzerinde olup bitenler için hesap gününde şahitlik edecektir. Kâinatın bir hafızası olduğunu ifade eden bu hakikatler yanında toplumun da bir hafızası vardır. İşte bu hafıza elinizdeki Kur’ân-ı Kerîm mealinin korunup günümüze ulaşmasını ve siz okuyucularıyla buluşmasını mümkün kılmıştır.

Merhum Mehmed Âkif Ersoy’un uzun yıllar bir yandan Mısır’da gurbet çilesini çekerken, diğer yandan gelecek nesillere armağan etmek için geriye bırakacağı bir eser olsun diye bütün olumsuzluklara rağmen gecesini gündüzüne katarak büyük bir aşk ve heyecanla kaleme aldığı Kur’an mealinin -en azından bir kısmının- kaybolmasına Allah Teâlâ müsaade etmemiştir. Bu meali yayınlamak için uygun zamanın geldiğine ve Âkif’in endişe ettiği mahzurların ortadan kalktığına, yaptığımız istişare ve istihareler neticesinde kāni olduk. Bundan da öte böyle bir eserin kaybolması gibi bir durumun büyük bir vebal olacağını düşünmek de bizi bu konuda harekete geçiren en önemli âmil olmuştur. Böylece çeyrek asra yakın yoğun ve karmaşık duygular, endişeler içerisinde muhafaza ettiğimiz bu emaneti milletimize tevdî etme zamanının gelmiş olduğu sonucuna ulaştığımızdan -yayınevi ve yayına hazırlayanlar tarafından hiçbir maddî beklenti olmaması ve elde edilen gelirin Âkif nâmına tamamen hayra harcanması şartıyla- Âkif’in mealini yayınlamayı nasip eden Allah’a hamd ediyoruz. Bundan sonra milletimizin bu emanete gereken itinayla sahip çıkacağına inancımız tamdır.

Yeni Cumhuriyet idaresi 1925 yılında temel İslâmî kültürün millete kendi diliyle öğretilmesi gerektiği düşüncesinden hareketle TBMM’nde bir Kur’an tercümesi ve tefsiri ile Sahîh-i Buhârî muhtasarı Tecrîd-i Sarîh tercümesi hazırlatılmasına karar vermiş, bu işler için Diyanet İşleri Riyaseti’ne bir tahsisat ayrılmıştı. O dönemde herkesin itimat edebileceği nitelikte bir Kur’an tercümesi mevcut değildi. Böyle zor bir işin altından kalkabilecek kapasiteye sahip birkaç kişi arasından herkes bilhassa Safahat ve İstiklal Marşı Şâiri Mehmed Âkif’i işaret ediyordu. Gerçekten de başyazarı olduğu Sebîlürreşad dergisine yazdığı kısa tefsir yazıları çok beğenilmiş olan ve memlekette o devirde Arapçayı en iyi bilen dört kişiden biri olarak kabul edilen, Türk dilindeki hakimiyeti zaten tartışma dışı olarak görülen, İslâmî ilimleri kendi gayretleriyle tahsil etmiş bir zat olarak Mehmed Âkif Ersoy, Kur’an tercümesi için tabiri caizse biçilmiş kaftan olarak ortaya çıkıyordu.

Tefsirin Elmalılı Hamdi Efendi’ye, Tecrîd-i Sarîh tercümesinin de Babanzade Ahmed Naîm Bey’e yaptırılması kararlaştırıldı. Fakat Mehmed Âkif, Kur’an tercümesini kabul etmedi, yoğun ısrarlar karşısında uzun zaman direndi. Nihayet uzun çabalar sonucu Aksekili Ahmed Hamdi Efendi’nin gayretleri ve Elmalılı Hamdi Efendi’nin teşvikleri ile bu vazifeyi Ekim 1925’de kabul etmek zorunda kaldı.

Mehmed Âkif Bey tercümeyi kabulünü müteakip Mısır’a gitti ve oraya vardıktan birkaç ay sonra 1926 yılında Kur’an’ın tercümesi üzerinde çalışmaya başladı. Üç yıllık bir çalışma sonucunda 1928 yılında tercümenin ilk şeklini tamamladı. Tercümenin müsveddesini bitirdikten sonra dört yıl boyunca düzeltmeler yaptı, tercümeyi baştan sona yeniden elden geçirdi ve 1932 yılında çalışmasını tamamladı. Meal çalışmalarıyla geçen bu yıllar boyunca bir yandan da memleketin dinî hayatında vukua gelen değişimleri ve hükümetin aldığı yeni kararları takip etmekteydi. Ezcümle namazlarda artık Kur’an’ın Arapça aslı yerine tercümesinin okutulacağı şeklindeki düşünce ve şayialar kulağına geldi. Kendi yaptığı mealin bu amaçla kullanılacağından endişe etmeye başladı. Tercümeyi bitirdiği 1932 yılında, Diyanet’le yaptığı sözleşmeyi feshetti.

Diyanet yetkilileri Elmalılı Hamdi Efendi’ye tercüme işini de üstlenmesini teklif etmişlerdi. O sıralarda Furkan Sûresi’nin tefsirine kadar gelen Elmalılı Hamdi Efendi, Kur’an’ın hakettiği doğruluk ve güzellikte tercüme edilebileceğine inanmadığını söyleyerek görevi kabul etmek istemediyse de, görüşmelerden sonra âyetlerin altına, tefsire geçmeden önce bir meal ilave edilmesi konusunda anlaşma sağlandı. Mehmed Âkif’in, anlaşmayı feshetmekle birlikte, aldığı avansı ödeyecek parası yoktu. Aldığı bin lirayı Sebîlürreşad’ı çıkarması için Eşref Edib Bey’e vermişti. Bir rivayete göre Elmalılı Hamdi Efendi Meal için alacağının bin lirasından vazgeçerek bu borcu ödedi.

Mehmed Âkif’in mukavelesini niçin feshettiğine dair bizzat kendisinden aktarılan şu ifade yeterince açıklayıcı mahiyettedir:
“Tercüme güzel oldu, hatta umduğumdan daha iyi. Lâkin onu verirsem, namazda okutmaya kalkacaklar. Ben o vakit Allahımın huzuruna çıkamam ve Peygamberimin yüzüne bakamam.”

Âkif, sözleşmesi gereği, ilk başta yaptığı tercümelerin bazı müsveddelerini İstanbul’a göndermişti. Tercümeleri okuyan Elmalılı Hamdi Efendi’nin ilk kanaatlerini ifade etmesi bakımından Eşref Edib’in naklettiği şu hatıra önemlidir:
“Bir müddet sonra üstad yaptığı bir miktar tercümeyi Hamdi Efendi’ye gönderdi. Bu hususta onun fikrini sordu. Hamdi Efendi çok güzel, çok selis ve sade olduğunu, ancak cezalet hususunda biraz zayıf bulduğunu yazdı. Üstad cevap verdi: ‘Evet, doğrudur. Cezalet itibariyle böyledir. On sene evvel yazsaydım cezalet olurdu, fakat bugün lisanda sadeliğe doğru büyük tahavvül var. Onun için cezaletten ziyade sadelik cihetini iltizam ettim.”

Buna göre Elmalılı, Âkif’in yaptığı tercümeleri sadelik bakımından takdir etmekle birlikte, Kur’an’ın orijinalindeki dil musikisinin tercümeye yansıtılması, anlamıyla tınısı uygun sözcüklerin seçilmesi noktasından bir eleştiri yapmış oluyor, Âkif ise bu anlayışı bir tasannu olarak gördüğü ve sadeliğe doğru yönelen dilin günlük kullanımını daha önemsediğini söylemiş oluyordu. Elinizdeki metin boyunca Âkif’in Meal’de kullandığı dil ile, aynı âyetlere daha önceki yıllarda yapmış olduğu ve dipnotlarda bir mukayese unsuru olmak üzere yer verdiğimiz tercümelerin üslubu arasında yapılacak karşılaştırma, burada kastedilen hususu daha vazıh bir şekilde anlamamıza vesile olacaktır.

Âkif Bey sözleşmesini feshetmekle birlikte tercüme işini bırakmadı, Mısır’da kaldığı yıllar boyunca temel meşguliyeti Kur’an Meali oldu. Nihayet içine sinecek bir şekilde mealini tamamladıktan bir süre sonra İstanbul’a döndü. Ağır bir hastalığa yakalandıktan sonra doktorların tavsiyesiyle 1936 Haziran’ında İstanbul’a son kez dönmeden önce, Kur’an Meali’ni içeren defterleri yakın arkadaşı Yozgatlı Mehmed İhsan Efendi’ye, “Ben sağ olursam da gelirsem, noksanlarımı ikmal eder, ondan sonra basarız. Şayet ölür de gelemezsem, bunu yakarsın” şeklinde bir vasiyetle teslim etti. İhsan Efendi yıllar boyunca her türlü teklif ve baskılara rağmen Meal’i kimseye vermeyip yaktığını söyledi, fakat kendi sağlığında yakmaya kıyamadı.

İhsan Efendi 1961 yılında ölüm döşeğindeyken oğlu Ekmeleddin’e çalışma odasındaki çekmeceyi gösterip içindekini yakmasını vasiyet etti, Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu İbrahim Bey’in yaş ve konum itibariyle başını çektiği beş kişilik ekip hem Akif Bey’in orijinal defterini, hem de İhsan Efendi’nin kendi eliyle istinsah ettiği ikinci nüshayı yaktılar. Yaptıkları işin mezara kadar aralarında kalacağına söz veren bu beş kişilik ekibin içinde bulunan İsmail Hakkı Şengüler, yıllar boyunca süren dedikodulara son noktayı koyarak, tarihî bir hakikati ortaya çıkarmak amacıyla orijinal defterin yakılmış olduğunu 1992 yılında kamuoyuna ilan etti:
“Yıl 1961... Mehmed İhsan Efendi üçüncü defa kalp krizi geçirmiş. Şekeri de var. Hep evde istirahat ediyor. Onun yatak odası, aynı zamanda çalışma odası idi. Ama artık o odadaki masasıyla kütüphaneyi sadece uzaktan yatarak seyredebiliyor. Ölümünden üç-beş gün önce oğlu Ekmeleddin’i yanına çağırıyor ve karşısında duran çalışma masasının kilitli sağ gözünü göstererek şunları söylüyor: ‘Oğlum! Bu dünya fânidir, hepimiz ölümü tadacağız. Sana, ben öldükten sonra yerine getirmeni istediğim önemli bir vasiyetim var. Gördüğün şu gözde bir iki tomar defter var. O gözün anahtarı orta gözdedir. Ben ölünce o gözü açıp oradaki defterleri yakacaksın!”

Babasının vefatının üçüncü günü taziyeye gelenler arasında, Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu İbrahim Sabri Bey de vardır. O sıralarda henüz 18 yaşında bulunan Ekmeleddin İhsanoğlu, İbrahim Bey’in yanına gelip alçak sesle babasının yukarıdaki vasiyetinden söz eder ve kendisinden yardımcı olmasını ister. İbrahim Bey heyecanlanır. Bu iki kişiden başka Osman Saraç, Ali İhsan Okur ve İsmail Hakkı Şengüler İhsan Efendi’nin odasına girerler. Oğlu, masanın sağ üst gözünde, iki tomar hâlinde urganla bağlanmış okul defterlerini çıkarır. Defterlerin Âkif’in yazısıyla tebyiz edilmiş Kur’an tercümesi olduğu anlaşılır. Masanın orta gözünde ise ciltli, kalınca bir defter daha bulunur. İncelenince bunun İhsan Efendi’nin inci gibi rik’a yazısıyla baştan sona istinsah ettiği Âkif Bey tercümesinin bir başka nüshası olduğu anlaşılır.

Kısa bir süre önce 27 Mayıs İhtilali’nin vuku bulmuş olması ve Türkçe Kur’an, Türkçe İbadet iddialarının yeniden gündeme gelmesi sebebiyle her iki nüshanın da yakılmasına karar verilir. Daha doğrusu yaş ve konum itibariyle İbrahim Sabri Bey karar verir, diğer dört kişi de buna uymak zorunda kalırlar. Her iki nüsha da tamamen kül edilir.

Yirmi yıldan beridir bu hikayenin bu hazin sonla bittiği biliniyor. Doğrusu Şengüler’in bu açıklamalarından sonra artık Âkif’in Kur’an Meali’nin orijinal nüshasının hâlâ mevcut olabileceğini düşünmek ihtimali kalmamıştır, fakat Âkif’in vefatından İhsan Efendi’nin vefatına kadar geçen çeyrek yüzyıl boyunca, meselenin meraklısı ve hamiyet sahibi insanlar tarafından Meal’in görülmesi ve korunup çoğaltılmasına dair hiçbir şey yapılmadığını düşünmek de aslında biraz uzak bir ihtimaldir.

Nitekim, İhsan Efendi’nin kendi eliyle yazdığı (ve maalesef Âkif’in elyazmalarıyla birlikte yakılan) kopyadan başka, Meal’in üçte birlik bir bölümünün aslından latinize suretiyle daktilo edildiğini okuyucularımız artık bugün öğrenmiş bulunuyorlar. Sözkonusu daktilo metin, uzun yıllar Mısır’da yaşayan ve orada tahsil gören, Mısır’da yaşadığı yıllarda Yozgatlı İhsan Efendi’nin ders ve sohbetlerinden istifade eden merhum âlim Mustafa Runyun tarafından muhafaza edilmiştir.

Mustafa Runyun’un oğlu Ali Yahya, babasının sağlığında onun evrakları arasından teksir kâğıtlarına daktilo ile yazılmış bir dosya bulup babasına bunun ne olduğunu sorar. Mustafa Runyun “Bunları nereden buldun? Bu Âkif’in mealidir!” der. Mustafa Runyun’un vefatına kadar bu dosya aile içerisinde muhafaza edilir. Ali Yahya Bey, babasının vefat ettiği 1988 yılında, Erenköy’deki evlerinde taziye ziyaretimiz esnasında bu dosyayı tarafımıza intikal ettirmiştir.

Yıllar boyunca bu metni çeşitli endişelerle hiç kimseyle paylaşmadan muhafaza ettim. Ancak bir vesileyle bu sırrımı paylaştığım Âsım Cüneyd Köksal kardeşimin teşvik ve ısrarı yayınlama konusunu gündemime almama sebep oldu. Başta Hayreddin Karaman ve Raşit Küçük Hocalarımız olmak üzere istişare yaptığımız âlimler, hac ve umre esnasında yaptığımız istihareler neticesinde benim için gerçekten zor bir karar olan yayınlama kararı kesinleşmiş oldu.

Bu arada çeşitli hastalıklar vesilesiyle geçirdiğim ameliyatlar esnasında, başkalarıyla paylaşmadığım takdirde -bilebildiğim kadarıyla- başka hiçbir kimsede nüshası bulunmayan bu metnin benden sonra kaybolmasının vebali de böyle bir karar vermemde son derece etkili olmuştur. Yayın kararı verdikten sonra A. Cüneyd Köksal kardeşimiz titiz bir çalışmayla daktilo metni bilgisayara geçirmiştir. Bu metin üzerinde birlikte yaptığımız çalışmalardan sonra aslıyla mukabele ederek Meal’i yayına hazır hale getirmiş bulunuyoruz.

Bugün sizinle paylaştığımız Meal metni yukarıda zikri geçen daktilo nüshadan hazırlanmıştır. Elimizdeki meal metninin orijinal el yazması defterlerden daktiloya geçirilmesi işinin 1956-1957 yılları arasında gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Özellikle metnin baş kısımlarında yer yer tarihler kaydedilmiştir ki bunların tam bulundukları noktaları dipnotlarda belirttik. Metnin çeşitli kısımlarında yer alan bu tarihler, metinde kaydediliş sırasına göre ilk önce Kur’an’ın 8. sayfasının sonunda karşımıza çıkar: 17/1/957. İki sayfa kadar sonra, Bakara’nın 80. âyetinin bulunduğu yerde “23/1” yazılıdır, bunun yılı yazılmamış, 1957 yılına ait bir tarih olduğu ve buna göre bir önceki tarihten altı gün sonrasına ait olduğu tahmin edilebilir. Daha sonra Kur’an’ın 18. sayfasının sonunda bir önceki seneye ait bir tarihle karşılaşırız: 5/10/956. Bundan bir sayfa sonra yaklaşık kırk gün sonrasına ait bir tarih, 14/11/56 şeklinde kaydedilmiştir. Yine bir sayfa sonra 23/11/956 tarihi yazılmıştır. Tekrar bir sayfa sonra 1957 yılının mart ayına geçilmiş, 2/3/957 tarihi yazılmıştır. Yine yaklaşık birer sayfa arayla aynı aya ait 14/3/957 ve 24/3/57 tarihleri kaydedilmiş olup metinde bundan sonra başka bir tarih yer almamaktadır. Sonuncu tarih Bakara 167. âyetinin bulunduğu yere tekabül etmektedir.

Görüldüğü gibi sözkonusu tarihler 5/10/1956 ile 24/3/1957 arasındaki yaklaşık beş buçuk aylık bir zaman dilimini kapsamaktadır. Ayrıca tarihlerin kaydediliş sırası kronolojik değildir. Bu durumu, kimi tarihlerin daktiloda yazma esnasında, kimisinin ise yazım işlemi bittikten sonra tashih esnasında kaydedildiği şeklinde açıklamak mümkün olabilir. Bir başka dikkat çeken husus ise, Bakara Sûresi’nden sonra kaydedilen bir tarihin bulunmayışıdır. Bu durumda sonraki sûrelerin yazımının belirtilen tarihlerden daha ileriki aylarda gerçekleştiği, fakat herhangi bir sebeple bunların kaydedilmediğini düşünebiliriz. Her halükârda zikredilen tarihlerin Meal’in yakılma yılı olan 1961’den önceye ait olduğuna dikkat edilmelidir.

Meal metnini orijinal defterlerden daktiloya geçiren kişinin Mustafa Runyun olmadığı hem oğlu Ali Yahya Bey’in ifadesinden, hem de müstensihin Arapçaya vâkıf bir âlim olmadığını gösteren çeşitli emarelerden anlaşılmaktadır. Ezcümle âyetlerde geçen ve Türkçe’ye çevrilirken de mütercim tarafından aynen bırakılmış olduğu kuvvetle muhtemel bazı kelimelerin okunamayarak boş bırakılmış olması ve çeşitli dipnotlarda işaret ettiğimiz çeşitli okuma hataları bu hükme delil olarak zikredilebilir. Fakat bu daktilo metnin, Arap harfleriyle yazılmış bir metinden latinize edilmiş olduğu kesin gibidir. Bu hükmün en önemli delili ise, bazı kelimeler okunurken yapılan hataların ancak Arap harfli bir metin okunurken yapılabilecek cinsten hatalar olduğudur. Bu hataların önemlilerine yine metin içerisindeki çeşitli dipnotlarda işaret etmiş bulunuyoruz.

Elimizdeki metin, Kur’an-ı Kerîm’in başından Tevbe Sûresi’nin sonuna kadarki bölümünün mealini kapsamaktadır. Devamı maalesef elimizde değildir. Metni orijinal defterden daktilo edenin kimliğini bilemediğimiz gibi, bu şahsın Tevbe Sûresi’nden sonrasını daktilo edip etmediğini de kesin surette söyleyebilecek durumda değiliz. Ama görünen odur ki bilemediğimiz bir sebepten dolayı Âkif Bey’in mealinin daktilo edilme süreci yarım kalmış, tamamlanamamıştır.

Bu tercümenin Mehmed Âkif Ersoy’a ait olduğuna dair Mustafa Runyun’un şehadetini, tercümenin üslubu da teyid edecek niteliktedir. Mehmed Âkif’in üslubuna aşina olanlar, onun diğer eserlerini ve Meal çalışmasından önce yaptığı çeşitli âyet tercümelerini inceleyenler için, elinizdeki Meal’in onun kaleminden çıkmış olduğundan şüphe etmek gerçekten zordur. Âkif merhumun elinizdeki kitabın dipnotlarında yer verdiğimiz eski tercümeleriyle aynı ayetlerin Meal’deki tercümeleri arasında bulunan karakteristik benzerlikler bu noktada yeterince fikir verecek ve kanaatimizi teyid edecek mahiyettedir. Âkif, Bakara Sûresi’’nin önemli bir kısmını Meal’den önce tercüme etmiş olduğu için, bu sûredeki ayetlerin önceki ve sonraki çevirileri bilhassa mukayeseye elverişlidir. Âkif Bey’in Meal’de dili sadeleştirme yönündeki bariz tavrının dışında, iki çeviri arasındaki üslup benzerliği, hatta ayniyeti noktasında birkaç örnek vermek suretiyle kastımızı daha açık bir şekilde göstermek istiyoruz:

Daha Önce Yaptığı Çeviri

Bakara 34-37

“Hani Biz meleklere: ‘Âdem’e secde ediniz!’ demiştik, onlar da secde etmişlerdi de yalnız İblis imtina eylemiş ve bunu kibrine yedirememiş idi ki zaten kâfirlerden idi. Hani demiştik ki: ‘Yâ Âdem! Zevcenle beraber cennette oturunuz ve ondan istediğinizi bol bol yeyiniz, ancak şu ağaca yaklaşıp da zâlimlerden olmayınız!’ Bunun üzerine Şeytan oradan ayaklarını kaydırarak içinde bulundukları nâz u naîmden her ikisini cüdâ kıldı. Biz de, ‘Haydi yeryüzüne ininiz, orada neslinizin bir kısmı diğerine düşman kesilecek ve muayyen bir zamanın nihayetine kadar cümlenizin arzdan nasibe-i istikrar ve intifâı olacaktır’ dedik. Bunu müteâkib Âdem, Hâlıkından merhamet-i hakîkiyeyi mutazammın kelimeler telak-kî ederek onlarla tevbe etmesi üzerine Cenâb-ı Hak tevbesini kabul eyledi. Çünkü O, kullarının tevbesini kabul eder ve kendilerine son derecede rahîmdir.”

Bakara 177

“Yüzlerinizi meşrıka, yahut mağribe dönmeniz taat değildir. Taat ancak o kimselerin işledikleridir ki Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitab’a, peygamberlere inanır; sevdiği malını hısımlarına, yetimlere, biçarelere, yolda kalmışlara, isteyenlere, bir de esir olanlara verir; namazı kılar, zekâtı eda eder; sonra muahede ettikleri zaman ahdini yerine getirenler, hele sıkıntılı, hastalıklı sıralarda ve harb zamanlarında sebat ve metanet gösterenler yok mu, işte taatlerinde sadık olanlar bunlardır; işte Allah’tan korkanlar bunlardır.”

Bakara 255

“Öyle Allah’tır ki O’ndan başka ilah yoktur. Bâkîdir, her an bütün hilkat üzerinde hâkim ve kâimdir. Ne uyuklar, ne uyur. Göklerde, yerde ne varsa hepsi O’nundur. Kim tasavvur edilebilir ki kalksın da O’nun izni olmaksızın nezd-i ilâhîsinde şefaat edebilsin?! Mahlûkâtının işlediklerini, işleyeceklerini bilir; mahlûkâtı ise ilm-i ilâhîsinden yalnız O’nun dilediğini kavrayabilir, başka bir şey bilemez. İlmi bütün gökleri, yeri kucaklar ve bunların nigehbanlığı kendisine ağır gelmez. Yüksek, büyük ancak O’nun Zât-ı kibriyâsıdır.”

Âl-i İmran 18

“Allah şahid, melekler şahid, ilim sahipleri şahid ki O’ndan başka Allah yoktur! Her an adl ile kâimdir. O’ndan başka Allah yoktur. Azîzdir, hakimdir.”

Maide 66

“Şayet onlar Tevrat ile İncil’in ve Allah tarafından kendilerine daha neler indirilmişse hepsinin ahkâmını yerine getirseydiler, üzerindeki hava ile ayaklarının altındaki topraktan nimete müstağrak olurlardı; içlerinden itidaline sahip ümmet var, lâkin çoğu ne kötü işler işliyor!”

Kur'an Meali'ndeki Çeviri
Bakara 34-37

“Hani bizler meleklere “Adem’e secde edin!” demiştik, hepsi secde ettiler. Yalnız İblis geri çekildi ve kibrine yedirmedi ki zaten kâfirlerden idi. Bizler “Ey Adem! Zevcenle beraber cennette oturun, hem dilediğiniz yerinde dolaşarak nimetlerinden bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşıp da nefsine zulmedenlerden olmayın” dedik. Bunun üzerine Şeytan oradan ayaklarını kaydırdı, bulundukları naz u naîm içinden her ikisini çıkardı. Biz de “Bir takımınız, bir takımınıza hasım olarak inin ki yeryüzünde sizlere bir zaman için yerleşip hayatın esbâbından nasip almak mukadderdir” diye emrettik. Adem mabudundan kelimeler telakkî ederek onlarla yalvardı, O da kendisini affetti. Şüphe yok ki bütün suçları bağışlayan, mahlûkâtına rahîm olan ancak O’dur.”

Bakara 177

“Yüzlerinizi maşrıka, yahut mağribe dönmeniz taat değil. Taat o kimselerin hali ki; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba, peygamberlere inanır. Sevdiği malını hısımlarına, öksüzlere, biçarelere, yolda kalmışlara, isteyenlere, bir de esir olanlara verir. Namazı kılar, zekâtı öder, sonra ahde girişince ahdini yerine getirenler, hele sıkıntılı, hastalıklı sıralarında ve harp zamanlarında sabredenler, metin olanlar… İşte taatlerinde sadık bunlardır. İşte Allah’tan korkanlar bunlardır (Allah’ın saygılı kulları bunlardır).”

Bakara 255

“Allah öyle bir ilâh ki, O’ndan başka ilâh yok. Bâkî; her an bütün hilkat üzerine hâkim ve kâim. Ne uyuklar, ne uyur. Göklerde, yerde ne varsa hep O’nun. Kim tasavvur edilebilir ki kalksın da izni olmaksızın O’nun yanında şefaat eyleyebilsin?! Mahlûkâtın işlediklerini, işleyeceklerini bilir. Mahlûkâtı ise ilm-i ilâhîsinden ancak O’nun dilediğini kavrayabilir. İlmi bütün gökleri ve yeri kucaklar ve bunların nigehbanlığı (bunları ademden sıyanet) Kendisine ağır gelmez. Yüksek, büyük ancak O (ancak O’nun Zât-ı Kibriyâsı).”

Âl-i İmran 18

“Allah şahid, melekler şahid, ilim sahipleri şahid ki: O’ndan başka ilah yok, bütün hilkat üzerinde her an adl ile hâkim ve kâim O’ndan başka ilah yok! Azîz O, hakîm O.”

Maide 66

“Eğer onlar Tevrat ile İncil’in ve Rabbü’l-âlemîn tarafından kendilerine daha neler indirilmişse hepsinin ahkâmını yerine getireydiler, üzerlerindeki hava ile ayaklarının altındaki topraktan nimete müstağrak olacaklardı. İçlerinden itidaline sahip ümmet yok değil, lâkin çoğu ne kötü işler işliyor!”

 

Elinizdeki neşrin Mehmed Âkif Ersoy’un Kur’an’ı tercüme yöntemi konusunda çeşitli ilmî araştırmalara ve daha önceki çevirileriyle mukayeseye vesile olacağını umuyoruz. Böylesi kapsamlı çalışmalardan önce, birkaç madde hâlinde, çalışmalar esnasında dikkatimizi çeken birkaç üslup özelliği ve tekniğine işaret etmek isteriz.

1. Âkif Bey’in Kur’an Meali’nde, daha önce yaptığı çevirilere nazaran bâriz bir dilde sadeleşme eğilimi görülmektedir.(Bu konuda Elmalılı Hamdi Yazır’la aralarında geçen cezâlet-sadelik konusundaki diyaloğa daha önce atıf yapmıştık.)
2. Meal’de (–dır) ekinin kullanımı asgari ölçülere indirilmiş, çok gerekli olmadığı yerlerde kullanılmamıştır. (Msl: “…Şüphe yok ki Rabbin ikābı çok serî’, yine şüphe yok ki gufranı hadsiz, rahmeti pâyânsız.” (En’am: 165)
3. Âkif Bey önemli Kur’anî terimlerden olan takva-müttakī kelimelerini birçok yerde “saygı-saygılı” şeklinde tercüme etmiştir. (Msl: “Sonra, Allah’ın o saygılı kullarına yol gösterir…” (Bakara: 2); “Sizleri ve sizlerden evvel gelenleri yaratan mabudunuza kulluk edin ki Allah’ın saygılı kulları arasına girebilesiniz. (Bakara: 21))
4. Âkif Bey, Bakara’nın 2. âyetindeki “Şu Kitab’ı görüyor musun? İşte bir kere onun hak olduğunda şüphe yok…” örneğinde olduğu gibi, kelime kelime ve donuk bir dille çeviri yapmak yerine, Kur’an’ı canlı ve insanın hayatına doğrudan hitap edecek bir dil akışkanlığıyla tercüme etmeye çalışmıştır.
5. Türkçe’nin imkânlarını ve zenginliğini tercümede mümkün mertebe kullanmış, diğer meallerde pek alışkın olmadığımız ifade biçimleri, “herif” ve “ayol” gibi gündelik dile ait kelimeler kullanmıştır. (Msl: “İbrahim ‘Allah güneşi maşrıktan getiriyor, haydi sen de onu mağripten getir!’ der demez o iman etmeyen herif donakaldı.” (Bakara: 258); “…Mûsa da “Ayol, sizler daha iyisini daha bayağısıyla mı değişmek istiyorsunuz? Şehre inin, dilediğiniz orada bulunur” demişti.” (Bakara: 61))
6. Mânaca ilişkili âyet öbeklerini birbirine bağlayarak bütünlüklü metinler şeklinde tercüme etmiştir.

Âkif merhum, birçok yerde tercüme ettiği bir cümle veya ibarenin alternatif başka bir veya birkaç çevirisini de yapmış, daktilo metinde bu alternatif çeviriler parantez içinde kaydedilmiştir. Meal’i hazırlarken biz de aynı usule riayet etmek suretiyle alternatif çevirileri parantez içinde italik olarak belirttik. Dipnotlarda gerekçesini açıkladığımız sebeplere binaen ilave ettiğimiz bir harfe, kelimeye veya ibareye de köşeli parantez içerisinde yer verdik. Meal’in bize intikal eden metninde âyet numaraları yoktur, bunlar tarafımızdan konuldu. Metnin imlâsında Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin imlâ esaslarına büyük ölçüde riayet edildi.

Mehmed Âkif, Kur’an Meali’ne girişmeden önceki yıllarda yazdığı bazı yazılarda ve yaptığı tercümelerde, 500’den fazla âyetin tercümesini yapmıştır. Bu tercümeleri Dücane Cündioğlu Bir Kur’an Şâiri adlı eserinde bir araya getirmiş, daha sonra bu kısmı Mehmet Âkif’in Kur’an Tercümeleri ismiyle ayrı bir kitap olarak da neşretmiştir. Biz elinizdeki çalışmayı hazırlarken, Âkif’in daha önce yaptığı bu çevirilerden Tevbe Sûresi’nin sonuna kadar olan kısma dahil olanları, Cündioğlu’nun zikri geçen ilk çalışmasından istifadeyle, ilgili âyetlerin meallerinden sonra, dipnotlar hâlinde kaydettik.

Ayrıca bugün için anlaşılması güç sayılabilecek bazı kelimelerin anlamlarını, Meal’i yalnız bir tarihî metnin neşrini gerçekleştirmek değil, aynı zamanda Mukaddes Kitabı’nı anlamak isteyen halkımızın doğrudan istifadesini sağlamak amacını güderek yayınladığımızdan dolayı, sonundaki Lügatçe’de belirttik. Dipnotların tamamı hazırlayanlara aittir. Ayrıca yayına esas aldığımız daktilo metnin tamamını, belge olarak da kullanılabilmesi amacıyla resim hâlinde kitabın deri ciltli baskısına dahil ettik.

Ülkemizin dinî, edebî ve siyasî hayatında fevkalade derin ve silinmez izler bırakmış, bir ahlâk ve fazilet âbidesi olan Milli Şâirimizin, daha kendi hayatından itibaren efsaneleşen Kur’an Meali’nin bugün üçte birlik bölümünü takdim etmeyi nasip eden Rabbimize şükrediyor, Meal’in geri kalan bölümlerinin de ortaya çıkmasını O’nun sonsuz lütuf hazinesinden niyaz ediyoruz.

Başta Mehmed Âkif Ersoy olmak üzere, onun mealini 25 yıl boyunca koruyan Yozgatlı Mehmed İhsan Efendi’nin, takdim ettiğimiz metnin kaynağı olan daktilo nüshayı çoğaltan meçhul kişinin, metnin günümüze ulaşmasına vesile olan Mustafa Runyun’un ruhlarına rahmet diliyor, Mustafa Runyun’un oğlu Ali Yahya Runyun’a metni vermek suretiyle bu neşri mümkün kıldığı için, Hayreddin Karaman ve Raşit Küçük Hocalarımıza bu zor karar esnasındaki teşvik edici istişarelerinden dolayı ve İSAR’da birlikte çalıştığımız Asım Cüneyd Köksal’a metnin yayına hazırlanmasındaki titiz ve gayretli çalışmalarından dolayı teşekkür ediyorum. Kırk yıl boyunca büyük şâirimiz hakkında yaptığı araştırmaları çeşitli kitaplar halinde neşreden, Safahat’ın en güvenilir baskılarını hazırlayan, şu sıralarda da Sırat-ı Müstakîm mecmuasının latinize projesini yürüten M. Ertuğrul Düzdağ Beyefendi, bizi kırmayarak çalışmamıza değerli vaktini ayırdı, basım öncesinde kitabın metnini baştan sona okuyup daktilo nüshayla mukabele etmek suretiyle en ince noktalara kadar tenkit ve tavsiyelerini bizimle paylaştı ve elinizdeki Meal’in üslubunun Mehmed Âkif’e ait olduğunu bir uzman nazarıyla teyid etti; kendisine şükran borçluyum. Yine kitabın basımı öncesinde metni titiz bir şekilde inceleyerek neşre yönelik kıymetli düşünce ve tekliflerini bizimle paylaşan ve Meal’in Âkif Bey’e ait olduğu yönündeki kanaatimizi destekleyen bir başka Âkif dostuna, Bir Kur’an Şâiri müellifi Dücane Cündioğlu’na teşekkürü bir borç biliyorum. Mahya Yayınevi’nin değerli çalışanları günlerce süren neşre hazırlık çalışmalarını büyük bir gayret, fedâkârlık ve titizlikle sürdürdüler; bilhassa Mehmet Kılıç, yayının her türlü teknik işlerini takip eden Sebahattin İhvan, dil zevki ve uzman hassasiyetiyle önemli katkılar yapan Yüksel Kanar ve uzaklardan gelerek görsel ve estetik noktalarda kitaba katkıda bulunan Sohail Nakhooda ile mushafın tezhiplerini yapan Sümeyye Demir’in adlarını zikrederek kendilerine teşekkür etmek istiyorum. Son olarak da, İSAR’da bizler için huzurlu bir çalışma ortamı hazırlayan vakfımızın destekçilerine ve bu çalışma esnasında haklarını ihlal etmemizi mazur gören ailelerimize teşekkür borcumuzu ifa etmek istiyoruz. Allah Teâlâ’nın bu çalışmamızı bir amel-i sâlih olarak kabul etmesini niyaz ediyor, elinizdeki eserin sahibi cennetmekân Mehmed Âkif merhumu bir kere daha Fâtiha ile anıyoruz.

Recep Şentürk
17 Ramazan 1433 - 5 Ağustos 2012
İSAR (İstanbul Araştırma ve Eğitim Vakfı)

http://www.mahyayayincilik.com.tr/inc11.htm
Scroll to Top