Mehmed Âkif’le yarım asır evvel, Fâtih’te Bosnalı Ali Şevki Efendi’nin evinde tanıştık. Ali Şevki Efendi’nin zengin bir kütüphanesi vardı. Kıymetli eserler toplamıştı. Basılmayan, basılması câiz olmayan eserleri, şiirleri hep onda bulabilirdiniz. İnci sıralar gibi, müteaddit defterlere bunları yazmıştı. Onun kütüphanesinden çok istifade ediyorduk. Üstad’ın şiirlerini ilk defa onun defterlerinden okumuştum. Bir “İhya Gecesi” Üstad’a orada rast geldim. Ali Şevki Efendi bizi tanıştırdı. Çok memnun oldum. Hemen kalkıp elini öptüm. Çok iltifat gösterdi.
Üstad’la tanıştığımız bu gece benim için hakikaten bir “ihya gecesi” oldu. O gece ruhumun duyduğu heyecanı hiç unutamam. Bu, nedendi? Şiirlerinin füsunkâr tesiri mi idi? Uzun seneler matbuat hayatında beraber çalışacağımız Üstad’la görüşmekten mütevellid bir hiss-i kablelvuku mu idi? O zaman henüz mektepten çıkmamıştım. Hukuk doktora imtihanını veriyordum. O zaman istibdadın koyu bir devri idi. Matbuat hürriyetini düşünmek bile cürümdü. Gazete çıkarmak, Üstad’la beraber çalışmak hâtıra bile gelmezdi. Fakat zamanın böyle garip tesadüfleri var. Hâdiselerin tekevvününde bu tesadüflerin de büyük tesirleri görülür.
Vefakârlığı
Üstad’ın bütün arkadaşlarına karşı vefakârlığı müstesna derecede idi. Bir arkadaş için icab edince canını bile fedâdan çekinmezdi. Vefasına, dostluğuna bihakkın güvenilirdi. Vefasızlık: Üstadca nâmertlikti. Vefasızlığı fevkalâde takbih ederdi. Fakat vefasızlığa kat’iyyen mukabele eylemezdi. Mukabeleyi hatırına bile getirmezdi. Ancak öylelerini insanlıktan uzak addederdi. Yalnız insanlara karşı değil, Allah’ına, Peygamber’ine, milletine, vatanına da vefakârdı. Şiirlerinin her parçasında bu vefakârlığı görürsünüz. Memleketinden on sene uzak yaşadığı hâlde bir dakika onu unutmadı; bir dakika onun istiklâlini, yükselmesini düşünmekten geri kalmadı. Ankara’da Taceddin Dergâhı’nda İstiklâl Marşı’nı yazarken kalbini dolduran vatan sevgisi Hilvan’daki inzivagâhında da aynı şiddet ve hararetle yaşıyordu. Şahsı için hiçbir şey, hiçbir karşılık beklemeksizin bu derece vefakârlık göstermek insanlığın en yüksek derecesidir. Onun için Mehmed Âkif erişilmez bir şâhika-i faziletti. O fazileti hayatında yaşadı, eserlerinde yaşattı. Eserlerinde yaşayan bu fazileti gelecek nesiller dâima görecek, okuyacaktır.
Hür Fikirli İdi
Üstad çok hür fikirli idi, geniş düşünürdü. Mesail-i diniyede vüs’at, kolaylık taraftarıydı. Bu husûsta Şeyh Abduhu1 onun üzerinde çok müessir olmuştur. Şeyh Abduhu’yu çok severdi. Onun “yüreklere ruh-i gayret, ruh-i şehamet nefh eden sihr-î mübîn-i beyânı” karşısında Üstad hayran olur, Abduhu’nun “o feyz-i cûşacûşu” üstad-ı muazzamı Cemâleddin-i Efgânî’nin sânihâtından aldığını söylerdi. “Şarkın yetiştirdiği fıtratların en yükseklerinden biri olduğu şüphe götürmeyen merhûm Cemâleddin-i Efgânî’nin matbu, gayri matbu birçok risâleleri, makaleleri, hutbeleri varsa da en büyük, en mümtaz eseri merhûm Şeyh Muhammed Abduhu’dur” derdi. Şeyh Abduhu’nun yazıları tam onun fikrine, onun zevkine, ruhuna göreydi. Onun düşündüklerini Şeyh Abduhu’nun yüksek kalemi birer inci gibi sıralamış, yazmıştı. Onun için Abduhu’nun hemen bütün o kıymetli, azametli makalelerini tercüme etmişti. Bu kabil yazıların İslâm âleminde büyük dinî inkişâflar husûle getireceğine itimadı vardı.
Taassuba husumeti
Üstad câhilâne taassubun müthiş düşmanı idi. İlmi sever, terakkîyi candan isterdi. Eskiye, her nasıl olursa olsun, yâni bilâ kayd ü şart bağlı değildi. İyi olmak şartıyla eskinin muhâfazası lâzımdı. Yeniyi de, her nasıl olursa olsun, körü körüne almak taraftarı değildi; iyi olmak şartıyla alınması icab ederdi. Bu husûstaki düsturu şu idi:
“— Eski eski olduğu için atılmaz; fena olursa atılır. Yeni yeni olduğu için alınmaz; iyi olursa alınır.”
Bir makalesinde şöyle diyor: “Yeniyi, iyiliğinden, husûsiyle lüzumundan dolayı almak, eskiyi de fenalığı sâbit olduğu için atmak kimsenin aklına, daha doğrusu işine gelmiyor.”
Cemiyetlerin huzur ve saadetleri, terakkî ve tekâmülleri ancak bu düstura riayetle olabileceği kanaatinde idi. Körü körüne eskiye bağlanmak ne ise körü körüne kendini yeniye kaptırmak da o idi. Bunun ikisi de müfrit cereyanlardı. İkisine de muarızdı. Yazılarında ikisini de tenkid eder, ikisine de hücum ederdi. Onun için beyaz mutaassıplar da, kızıl mutaassıplar da Üstad’ı sevmezler, aleyhinde bulunurlar. Yâni Üstad’ın aleyhinde bulunanlar bu müfrit cereyanlara kendilerini kaptıranlardır. Yoksa Üstad’ın kimse ile şahsî bir alış verişi, bir husumeti yoktu.
Hayırhahlığı
Üstad esasen bütün insanlara karşı hayırhahtı. Onunla yakından tanışan arkadaşlarına sorunuz: Şu insanlar arasında, onun kadar samimî bir dost gördüler mi? İnsanlar dost, ahbap diye tanıdığı kimseleri hiç imtihana çekmişler midir? İnsanın nice düşkün zamanları olur ki en yakın, en candan tanıdığı ahbabları kendine selâm vermez olurlar. O vakit hakikî bir dostun ne kadar nâdir bulunur bir şey olduğu anlaşılır.
Üstad, dostunun ızdırablarını, elemlerini ondan daha çok hissederdi. Onun dostu kendi derdini unuttuğu zaman olurdu. Fakat o, unutmazdı. Zaman olurdu ki siz kendi derdiniz için onu teselli etmek ıztırarında kalırdınız. İşte Üstad’ın nazarında dostluk mefhumu böyle idi…